Üç fotoğraf var elimde ve tabi şu an sizin de ekranınızda🙂Bunlarla yola çıkıp bakalım nereye varacağız? Yolculuğumuza hoşgeldini, iyi okumalar!
İlk fotoğraf evinin balkonunda oturan biri gibi hissettirdi bana, o yüzden de çok sevdim bu fotoğrafı. Dış mekanla bağlantı kurabildiğimiz sosyal mekanlar olmasındandır ki balkonları çok severim.Bir de böyle bir İstanbul manzarasına sahipse…

Heykel üzerinden bir soru
Bir heykel şehrin vistasına hakim, oracıkta oturuyor. Tabi arkasında; şehrin olmazsa olmazı inşaatların ikonik bir parçası: kule vinç. Heykel, ne kadar tehlikede gibi hissettirse de, bulunduğu yerden memnun, adeta bir huzur içinde. Korumada gibi, çatısı var. Ama hak ettiği yer bu mu? Daha fazlasına mı layık, bilmiyorum, ancak doğayla iç içe, bir insanın olması gereken bir ortamda sanki.

Heykel x İnsan
Bu iki fotoğrafa bakınca ben tezatlık görüyorum açıkçası.Bir mimar olarak bu durumu eleştirmem belki ironik gelecektir; fakat insanın doğasını sorgulamak gerek sanki.İdeal yaşam alanımız nasıl olmalı? Biz kimiz, nereye aitiz, nasıl yaşamalıyız? Ve tabi başka bir soru da geliyor aklıma, o da şudur ki: Çalışmak ne demek? Hayatın içinde biz neredeyiz, ”iş” nerede?
Bir Sandalye Olmak

Burada da epey keyifli bulduğum bir sandalye var. Nereye atsan oraya açılır, rengi dinamik, gezmeyi de seviyor mecburen; balık tutmaya bile gitmiş.
Hayatın akışına uyum sağlayan bir dost gibi, adamın arkasında sessizce duruyor. Vakti geldiğinde ayrılacaklar oradan. Belki birkaç balık da eşlikçileri olacak. Yolculuk nereye olur bilinmez tabi ama hayal etmek bana kalırsa epey keyifli.
- Aklımdan birçok eleştiri, soru geçiyor. Buraya pek yazamıyorum ama düşüncelerime de engel olamıyorum. Yazamamamın sebebi, yazdıklarımın kime nasıl dokunacağını kestiremiyor oluşumdan. Fotoğraflara romantik bir şekilde bakıp hayata dair güzelleme yapmak istemiyorum. Çünkü bu insanlar gerçek, yaşamları gerçek, benim söylediklerimse sadece gözümden, zihnimden yansıyan bir kurgu.
- Fotoğraflar bir yansıma, bir anın kesiti… Ama her birimiz o kesite farklı anlamlar yükleriz. Belki de önemli olan, o anın tam olarak ne olduğunu sorgulamak değil, ona dair hissettiklerimizi fark etmek. Bana kalırsa insan hislerini fark edebiliyorsa, durup bunu algılayabiliyorsa işte o zaman benliğiyle bağlantı kuruyor demektir.
- Her gün gördüğümüz ya da sadece bakıp geçtiğimiz, farkında olmadığımız ama aslında sahip olduğumuz her şey (bir kaldırım taşı da, rüzgar da, bir komşu da, bir gürültü ya da kestane kokusu da dahil buna); bizi biz yapan ve yaşamla olan bağımızı kuran unsurlar. Gerçekten anlamak, belki de en basit şeylerin içinde gizli. Fakat çoğu zaman gözümüz, bu anlamları görebilecek kadar açık olmuyor.
Gözlerimizde perde olabilir, rengi bize uygun olmayan. Toz pembe ya da belki siyah? Perdesiz bakabilme cesaretine davet edelim mi birbirimizi?